Her ne kadar ‘Türk Amerikan İlişkilerini’ ağırlıklı olarak 1947 yılında iki ülke arasında başlayan anlaşmalar dönemi ile ele alsak da, kaderin cilvesine bakın, ilk iki anlaşmanın konusu ‘ticaret ve suçluların iadesi’ üzerine.
Peki, neden kaderin cilvesi demek zorunda kaldık?
Çünkü, bugün TAİ adeta bu iki alan üzerinde hala sınav vermektedir. İki ülke arasında 1830 yılında ‘Ticaret ve Seyr-i Sefain’ anlaşması, daha sonra da 1874 yılında ‘Suçluların İadesi ve Tabiyet Anlaşması’ imzalanmış. Demek ki yaklaşık 1.5 yüzyıldan bu yana, ABD suçluların iadesi konusunda imzalanan anlaşmayla sadece kendini korumaya gayret etmiş. Aksi geçerli olsaydı, 15 Temmuz kalkışmasının elebaşısını bu anlaşmaya rağmen ülke içinde barındırmazdı.
Değerlendirmeye tabi tuttuğumuz konu TAİ ise, günümüzde olan biteni anlamanın yegâne yolu geçmişte yaşananları dikkate almaktan geçiyor. Bu yüzden TAİ’nin tarihsel gelişimi bu yazının ana konusu değilse de, son 70 yıla bakmaksızın geleceğe dair öngörüde bulunmak nerede ise imkansız hale gelmiş durumda.
Cumhuriyet döneminde Türk Amerikan ilişkilerini;
Aslında yukarıdaki tarihsel tasnifi çok daha basit bir tarzda ele almak mümkündür: Soğuk Savaş dönemi ve Soğuk Savaş sonrası TAİ.
II. Dünya Harbi sonrasında SSCB’nin Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı istemesi ve Boğazlar üzerinde hak iddia etmesi Türkiye’yi ivedi bir şekilde Batı birlikteliğinin yanına itti. Bu kapsamda 1947 yılında imzalanan ve Truman yardımlarını başlatan anlaşmalardan sonra, Türk Dış Politikası tamamen ABD ipoteği altına girdi. Zaman içinde bu ipotek daha da genişledi, ülkenin istihbarat teşkilatından silahlı kuvvetlerine kadar uzanan tüm güvenlik bürokrasisini tesiri altına aldı.
1964 yılında Kıbrıs’a garantör ülke olarak müdahale etmek isteyen Türkiye, malum Johnson mektubu ile karşı karşıya kaldı. 1964 yılında ABD Başkanı olan Lyndon Johnson’un Başbakan İsmet İnönü’ye hitaben yazdığı diplomatik nezaketten uzak ve ağır bir tehdit içeren mektubundan sonra, bugünlerde de devam eden ‘ABD’ye ne kadar güvenebiliriz?’ suali her kademede sorulmaya başlandı.
Johnson mektubundan bu yana kullanılan lisan hiç değişmedi
O günlerde Başkan Johnson imzası ile kaleme alınan mektupta kullanılan lisan ile, bugünlerde ABD’li yetkililerin hali hazırda kullandığı lisan arasında zerre kadar fark olmadığını görmekteyiz. Bunu örneklendirmek gerekirse o gün Başkan Johnson “Binaenaleyh, böyle bir harekete tevessül etmeden önce Amerika Birleşik Devletleri ile tam istişarede bulunmak mesuliyetini kabul etmenizi hassaten rica etmek mecburiyetindeyim” derken, daha geçtiğimiz haftalarda Türkiye’ye resmi bir ziyarette bulunan ABD Dış İşleri Bakan Yardımcısı Wendy Sherman’ın “S-400’leri almak NATO ittifakında sorun yaratıyor. Türkiye’ye alternatiflerini sunduk, şimdi tam olarak ne yapmaları gerektiğini biliyorlar” demektedir.
1974 yılında Türkiye’nin haşhaş ekim yasağını kaldırması ve arkasından Kıbrıs Barış Harekatı’nın icra etmesi sonucunda Türkiye’ye karşı ambargolar devreye alınır, Türk diplomatlara karşı girişilen ASALA terörüne göz yumma siyaseti ortaya koyulur ve Ermeni tehcirinin Amerikan Kongresinde gündeme gelmesi sağlanır.
Yine aradan geçen 50 yıl sonra bugünlerde Türkiye’nin terör ile verdiği mücadeleyi engelleme girişimleri, uygulanan ambargolar ve Ermeni tehcirinin sözde ‘soykırım’ olarak kabul edilmesi TAİ’nde belli bir şablon üzerinden ilişki geliştirme modelinden vazgeçilmediğinin en güzel göstergesidir.
Yolların Ayrılma Noktasında mıyız?
Kuşkusuz, iki ülke arasında bir müttefiklik ilişkisinden bahsedilecekse, ittifak edilen bazı konuların da varlığından söz etmek gerekmektedir. Sanırım Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra ABD cephesinde ortaya çıkan en önemli sıkıntı ‘meşruiyet’ kavramı üzerinde gerçekleşmeye başladı.
Soğuk Savaş süresince de ABD kendi politikalarını sadece ‘ben merkezli’ bir perspektiften uyguladı. Lakin Soğuk Savaş sürecinin iki kutuplu düzeninde, ABD liderliğindeki blok açısından meşruiyet krizi bu denli aşikâr değildi.
Soğuk Savaşın sona ermesi ile ABD ve Batı, kendisi açısından öteki kavramını ivedilikle oluşturmak zorundaydı. Çünkü, tarih bize Batı’nın ‘ben idrakinin’ ötekinin varlığı üzerine kurulduğunu çok net bir şekilde göstermiştir. ‘Öteki’ ise yaşanılan zaman ve zemine göre farklılıklar göstermiştir. Soğuk Savaş döneminin ötekisi olan Sovyetler ve Sovyet ideolojisi ortadan kalkınca, aslında bildiğimiz anlamdaki öteki de ortadan kalmıştı. Bu boşluğun ivedilikle kapatılmamasının meydana getireceği sıkıntılardan kaçınmak maksadıyla başta ABD ve Batı, öteki kavramının içini terör ve İslam nefreti üzerine oluşturdular.
Türkiye merkezli ABD siyasetini bu temel üzerinden ele alırsak, sorunların ana nedenlerine ve kök sebeplerine de ışık tutmuş oluruz. Bu perspektiften baktığımızda Türk Amerikan İlişkilerini ‘Temel Sorunlar ve Tali Sorunlar’ olmak üzere iki ana kategoride toplayabiliriz.
Türkiye ile ABD Arasındaki temel sorunlar
Söz konusu proje, hakikatte daha büyük bir proje olan parçalanmış ve iç çatışmalar ile güçten düşürülmüş bir Orta Doğu ve Kuzey Afrika projesinin önemli bir parçasıdır. Libya’dan Suriye’ye, Irak’tan Yemen’e, hatta Pakistan’a kadar geniş bir alanda ortaya koyulmaya devam edilen bu proje kapsamında, Türkiye’nin sınırlarında öncelikli olarak bir PKK devleti oluşturulmaya gayret edilmektedir.
Bu noktada sağlanacak bir başarı, daha sonrasında Türkiye ile de birleştirilerek Türkiye hem kendi içinde parçalanacak hem de etrafı kukla bir terör devleti vasıtası ile kontrol altına alınacaktır.
Bunun için Türkiye’nin bu bölgelere müdahalede bulunması ABD siyaseti açısından en istenmeyen husustur. Bunu hem ABD eski Suriye özel temsilcisi James Jeffrey’nin görevi teslim ettiği zaman yaptığı açıklamalarından, hem de Barış Pınarı Harekatı’nın devam ettiği günlerde apar topar ABD Bşk.Yardımcısı Pence ile Türkiye ziyareti sonrasında Pompeo’nun ağzından net bir şekilde gördük ve dinledik.
Ne demişlerdi?
ABD Eski Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey “Bakın Erdoğan 8 ayda İdlib, Libya ve Dağlık Karabağ’da ne yaptı? Rusya ya da Rus müttefikleri her üçünde de kaybedenler oldular. Kendi açılarından bazı mantık ve argümanları var. İran ve Rusya’ya karşı önemli bir müttefik. Bu rolü göz önüne alındığında, en azından argümanlarını dinlemeli ve uzlaşmacı çözümler bulmaya çalışmalıyız”
Peki, kendi güvenlik belgelerinde dahi Rusya’yı birincil tehdit gören bir ülkenin diplomatı, Türkiye’nin Dağlık Karabağ’da, İdlib’te ve Libya’da Rusya’ya karşı mücadele ettiğini görmez mi? Elbette görür, lakin Jeffrey’nin istediği ideal tablo, Türkiye’nin Rusya ile mücadele etmesi ama bu bölgelerde söz sahibi asla olmaması. Yani davulu sırtında taşımaya rıza göstermesi, lakin tokmağın hep ABD’nin elinde kalması.
Keza yine Barış Pınarı Harekâtı devam ederken Türkiye’ye gelen ABD Dış İşleri Eski Bakanı Pompeo, Türkiye’den dönüşünde verdiği beyanatında “Amacımız Türkiye ile olan ilişkilerimizi asla koparmamak. Lakin, Türkiye’nin bölgede bu şekilde bağımsız hareket etmesini sağlayan gücü de ellerinden almak.”
Görüldüğü üzere ABD hiçbir zaman güçlü ve hedefi olan bir Türkiye ile bölgede birlikte çalışmak istememektedir. Hatta, kendi belgelerinde aleni bir şekilde en büyük tehdit olduğu bildirilen Rusya’ya karşı mücadele verse dahi.
Eğer uluslararası ilişkileri bir satranca benzetirsek, Türkiye’nin bu gücünü elinden almanın en kestirme yolu sizi dinlemeyen iktidarı koltuğundan etmektir. Bu yüzden birçok karşı hamle bugüne kadar ABD tarafından ortaya koyuldu ve koyulmaya devam da edecek. Bu hamlelerin içindeki en kayda değeri olan ise 15 Temmuz hain kalkışmasıdır ve 15 Temmuz konusunda ABD ile henüz bir muhasebe yapılamamıştır. 15 Temmuz gecesi Türk insanın üzerinden tanklar geçerken, İncirlik üssünden kalkan tanker uçaklar sabaha kadar havadaki uçaklara yakıt ikmali sağlarken, Biden ABD Bşk. Yrd. Olarak kalkışmayı bir bilgisayar oyunu zannettiğini açıklamıştı.
ABD, sınırımızın hemen dibinde bir terör devleti kurma projesinden geri adım atar mı?
Biden yönetiminin iktidara gelir gelmez, Trump yönetiminin görevden uzaklaştırdığı Brett McGurk ve ekibini tekrardan göreve getirmesi, ABD’nin söz konusu uzun soluklu projeden vazgeçmediğinin de en bariz göstergesi olmuştur. Keza Brett McGurk ve ekibinin göreve gelmesinin hemen sonrasında DEAŞ tekrar canlanmaya başlamış ve bölgedeki terör olaylarında inanılmaz bir artış baş göstermiştir. Her ne kadar Türkiye’nin son beş yılda bölgede aldığı tedbirler ve içerideki yapının ifrazat olması sebebi ile bu saldırıların ülke içinde gerçekleşmesinin önüne geçilmiş ise de tehlike hala caridir.
ABD ile Türkiye arasında imzalanmış en eski anlaşmalardan biri de suçluların iadesi üzerine olmuşsa da, aradan geçen 150 yıldan fazla zaman içerisinde ABD, bu anlaşmayı sadece kendi istediği suçluları almak maksadıyla kullanmıştır. Türkiye’nin FETÖ elebaşısının iadesi kapsamında gönderdiği dosyalar dolusu bilgiye rağmen ABD emniyetli bir şekilde FETÖ örgütünü kullanmaya ve korumaya devam etmektedir.
Yakın bir gelecek içinde bu hususta da ABD tarafından müspet bir adım atılmayacağı aşikardır. Zira FETÖ, ABD açısından sadece Türkiye hudutlarında kullanışlı bir örgüt değildir. FETÖ, Türkistan coğrafyasından Afrika’ya, Ortadoğu’dan Balkanlara kadar uzanan geniş bir coğrafyada kullanışlı bir enstrümandır ve ABD bu enstrümanı kolayca iadece etmeyecektir.
ABD’nin FETÖ konusunda takındığı tavır aynı zamanda Türkiye’de demokratik yollar ile iktidara gelmiş hükümetlere yönelik ABD’nin kafasında oluşturduğu şablonu da bize göstermektedir. Buna göre, Türkiye’de gerçek anlamda bir demokrasinin işlemesi ABD’nin çok da arzu ettiği bir husus asla değildir. Sayfalar dolusu demokrasi üzerine güzellemeler yapılsa da, ABD menfaatlerinin diktatörler tarafında müdafaa edilmesi gerekiyorsa, ABD diktatör yönetimleri demokratik yönetimlere kolaylıkla tercih edebilmektedir. Mısır’da darbeci Sisi yönetiminin Mursi yönetimine tercih edilmesi, bize 15 Temmuz darbesi başarıya ulaşsaydı, Türkiye’de iktidara gelecek darbe yönetimin ABD açısından kolaylıkla desteklenecek bir yönetim olacağını göstermektedir.
ABD’nin ortaya koyduğu bu stratejik vizyonda ve ortaya çıkardığı öteki anlayışında bir değişiklik olmadığı sürece TAİ’nde bir değişiklik olmayacağı aşikârdır. Bu iki ana eksendeki sorunlar aslında TAİ’nin ana sorunlarını oluşturan omurgasıdır.
Bu yazının konusu olmadığı için uzun uzun Türkiye’nin neden ve hangi şartlarda S-400 HSS’ni aldığını kaleme almayacağım. Asıl üzerinde durmak istediğim iki husus var. Bunlardan birincisi Türk Amerikan ilişkilerinde S-400 sorununun aslında tali bir sorun olduğu, fakat ‘pehlivan bildiği minderde güreşirmiş’ misali ABD yönetiminin ısrarla bu sorunu masanın üzerine getirdiği, ana sorunları ise unutturma gayretinde olduğu gerçeğidir.
Türkiye’nin bu yıl içerisinde hem Hisar A (+) ve Hisar (O+) HSS’ni başarı ile denemesi ve Hisar A+ için seri üretime geçmesi, kısa bir zaman dilimi içinde kendi çok katmanlı HSS’ndeki boşluğun önemli bir kısmını kapatacağını göstermektedir. Hatta gelecek 10 yıl içinde siyasi irade tarafından da desteklenirse, çok katmanlı HSS’nin çok başarılı bir şekilde aktif olacağını öngörmek de mümkündür. O zaman S-400 konusunun, CAATSA yaptırımlarına ve F-35 projesinden çıkarılmaya sadece bir argüman oluşturduğunu da anlayabiliyoruz.
Peki bu şartlar altında Türkiye S-400 HSS’den vazgeçse, Türk Amerikan ilişkileri her boyutu ile ABD’nin istediği düzleme tebdil olur mu?
Elbette kocaman bir hayır…
Sebebi de yukarıdaki ana sorunlar kısmında tafsilatlı bir şekilde izah edildi. Hem Pompeo’nun hem James Jeffrey’nin açıklamalarında ana sebebin ne olduğuna dair birçok ipucu bulabiliriz. Biden’ın içerideki elemanları ile iktidarı koltuğundan etme açıklaması da bu işin tuzu biberi.
“Madem öyle, S-400 konusu ile neden Türk Amerikan ilişkilerini zehirlemeye devam ediyoruz?” tadında akıl verenlerin cevap vermesi gereken asıl sualler de bunlardır. Türkiye S-400 HSS’ni bir kenara koyduğunda ABD sınırımızın hemen dibindeki terör devleti projesinden vazgeçecek mi? FETÖ elebaşısını iade ederek Türkiye’deki demokratik yönetime saygılı bir dil kullanmaya başlayacak mı? Bu soruların cevabının hayır olduğu tüm tartışma platformlarında havanda su dövülmektedir ya da transatlantiğin paralı borazanları süslü cümleler ile içerideki ortamı hazırlamaktadır.
Türkiye’nin F-35 projesinden çıkarılmanın hikayesi de TAİ’nin tali konularındandır. ABD’nin defalarca öne sürdüğü, S-400 HSS’lerinin F-35 uçaklarına ait teknik sırları Rus Savunma Sanayiine sızdıracağı iddiası neresinden baksanız tutarsızdır, neresinden baksanız oyalamadır.
Tutarsızdır çünkü F-35 uçakları hem Suriye’de hem Baltık kıyılarında yan yana ve çok yoğun bir faaliyet içindedir, burada gerçekleşmeyen bir teknik istihbaratın Türkiye sınırları içinde gerçekleşeceği iddiası tutarsız ve aklımız ile alay eden bir Amerikan iddiasından öteye geçemez. Eğer ABD yönetimi bu iddiasında samimi olsaydı bugüne kadar Türkiye’nin öne sürdüğü bir teknik komite kurulması teklifini çoktan kabul ederdi.
Konu, Türkiye’nin hem S-400 HSS’lerini devreye alması, hem de kendi Hisar projelerini üretmesi ile İsrail’in bölgedeki hava üstünlüğünün ortadan kalkacak olmasıdır. Bu şartlarda Türkiye’nin bir de F-35 uçaklarına sahip olması İsrail devlet aklını son derece rahatsız etmiştir. Türkiye’nin F-35 projesinden çıkartılması da bu açıdan bakıldığında TAİ’nde tali bir sorundur.
TUSAŞ Genel Müdürü Temel Kotil’in Türk Milli Muharebe uçağının en geç 2029 yılında Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın envanterinde olacağını ısrarla duyurması, bu konudaki en önemli argümandır. Kaldı ki milli uçak programında meydana gelecek bir gecikmeye karşı alınabilecek ek tedbirler, M5 dergisinde konunun uzmanları tarafından tafsilatlı bir biçimde zaten ele alındı ve önümüzdeki aylarda konu daha da detaylı incelenmeye devam edecek.
SONUÇ
Tüm bu gelişmeler ışığında Türk Amerikan İlişkilerinde, ABD tarafının bir paradigma değişikliği yapmadığı ve yukarıda özetlenen iki ana temelde geri adım atmadığı sürece bir iyileşme olması imkansızdır. Her ne kadar ABD yönetimi bu iki alanda geri atmaktan ziyade, Türkiye’de bu iki ana gerilim alanını oluşturan sorunları içselleştirecek bir iktidar değişikliği peşindeyse de, bunun uzun soluklu olmayacağını buradan duyuralım.
Çünkü bu sorunları içselleştirecek bir iktidar modelini iktidara getirmek bir an mümkün olsa dahi, bunun uzun süreli bir iktidar modeli olmayacağı, Türkiye’nin soğuk savaşın Türkiye’si olmadığını, köprülerin altından çok suların aktığını ABD’nin de anlaması gerekir.
Türkiye’nin şu an için atabileceği en önemli adım, coğrafyasında elde ettiği kazanımlarını tahkim etmesi ve bu temel sorunlar çözülmedikçe ABD ile bir orta yolun bulunamayacağını ve S-400 konusu dahil birçok konunun aslında tali hususlar olduğunu daha yüksek sesle dile getirmesidir. Ayrıca Türkiye kendi kamuoyuna bu temel meselelerin bir devlet politikası olduğunu, hiçbir iktidarın bu siyasetten taviz vermemesi gerektiğini de çok iyi anlatmalıdır.